Kamp Süresi

22 gün

Tarih

20 Şubat - 14 Mart 2021

Eğitmenler

3 eğitmen

Yaşam ve Ölüm Üzerine 4 Ders

Ölüm yalnızca yaşamı kesintiye uğratan dışsal bir karşılaşma mıdır, yoksa yaşamın asli bir unsuru olarak mı değerlendirilmesi gerekir?

Yaşam üzerine düşünen bir felsefe için ölümü düşünmek düşüncenin en kederli konusu olarak tümüyle gereksiz midir, yoksa ölümü göz önünde bulundurmayan bir yaşam felsefesi yaşamın bu en olumsuz yönünü göz ardı eden bir kaçıştan mı ibarettir?

Ölümün soylu biçimleri var mıdır ya da bir kişinin ölümü yaşamına nasıl bir değer ekleyebilir? Bir kişi ölümle kendi ölümünde mi yoksa başkasının ölümünde mi karşılaşır? Bir ölüme tanık olmak ne demektir?

Tam da bu tip sorulara ilişkin bir fikir edinmek adına, Arkhé Felsefe olarak, etkinlikte yer alan hocalarımızın (Nazile Kalaycı, Devrim Sezer, Serdar Tekin, Hüseyin Deniz Özcan) Ölüm ile Yaşamı tartışacağı online bir etkinlik düzenledik.

Uzun süreli bir monoloğun sıkıcılığından kaçınmak adına, her bir dersi bu ortak tema üzerinden çeşitlenen fikirlerin birlikte konuşulacağı interaktif bir oturum olarak tasarladık. Etkileşimi arttırmak adına ise her bir dersin sonuna izleyicilerin katkı ve sorularıyla dâhil olabileceği bir ek süre ayırdık. İlerleyen günlerde her haftanın dersinin konusu spesifik bir başlık altında sunulacak ve oturumlara hazırlıklı gelmek isteyenler için bir okuma listesi verilecektir.

Arkhé Projesi kapsamında gerçekleştirilen bu etkinliği Zoom, Facebook ve Youtube üzerinden paylaştık:

Yayınların Youtube linkleri:
Ders 1: Nazile Kalaycı
Sokrates’in Son Sözü: yaşam bir hastalık mı?
Platon’un ruhun ölümsüzlüğü meselesine hasredilmiş Phaidon diyaloğu Sokrates’in ölüm anını sahneleyen bir drama olarak da okunabilir. Bu eserdeki dokunaklı ölüm sahnesi Sokrates’in şu sözleriyle kapanır: “Kriton, Asklepios’a bir horoz borcumuz var, öde bunu. Sakın ihmâl etme!” Metafizik, etik, politik ve psikanalitik içerimleri olan önemli bir sözdür bu: Bir kere filozofu kavramsal düşünmeye, ölümsüzlüğüyse idea’ya bağlayan bir düşünme biçimine işaret etmekte, felsefeyi “ölüm hazırlığı” olarak inşa etmektedir; “saflaşma”, “arınma” ve “kendine özen gösterme”yle şekillenen bir karakter inşası pratiğini vurgulamaktadır; aktör tarafından başlatılan eylemin izleyicilerin zihninde tamamlandığı ve ölümsüzlüğün bir toplumla mümkün kılındığı bir politika düşüncesine açılmaktadır; Atina yaşasın diye ölen Sokrates’in biyolojik ölüm sahnesine ölümün yüceltilmesi eşlik ettiği için de “yüceltim” ile uygarlık arasında bir bağ kurulmaktadır. Sokrates’in son sözüne dair felsefe tarihindeki yaygın yorum ise “yaşamın hastalık, ölümün kurtuluş” olduğu, ölmek üzere olan Sokrates’in hastalıktan kurtulduğu için sağlık tanrısına kurban gönderdiğidir. Yukarıda metafizik, etik, politik ve psikanalitik içerimler diye belirlenen düşüncelerle ilişkili bir yorumdur bu. Bu derste, Foucault’nun “Hakikat Cesareti”nde yaygın yoruma karşı geliştirdiği itirazdan hareket edilecek –Foucault bu eserde Kriton diyaloğundan yola çıkarak Sokrates’in hasta olmadığını iddia etmektedir–, ardından Nietzsche’nin “Homeros’un Yarışı” metnine dayanarak hastalık ile agon arasında ilişki kurulacaktır. Tartışmanın iddiası, en iyi olarak ölen Sokrates’in yarışı sonlandırdığı, bundan böyle felsefi düşüncenin de agonal gelenekten uzaklaştığı ve bu gelenek tarafından koşullanan insanın her yerinden –Nietzsche’nin sözleriyle– “sonsuzlukla damgalanmış” olduğudur.

Okuma Listesi:
Platon, Phaidon: Ruh Üzerine, çev. Nazile Kalaycı, Pharmakon Yayınları, Ankara, 2020.
Michel Foucault, Foucault- Hakikat Cesareti; Bilgi Üniversitesi Yayınları s 81-121 (6. ve 7. oturum)
Friedrich Nietzsche, “Homeros'un Yarışı”, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, çev. Gürsel Aytaç, Say Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2015, s. 35-43.

Ders 2: Hüseyin Deniz Özcan
İki yazara da eşit derecede hayran olduğunu düşünen okur, sonunda bir tercih belirtmek zorunda kalacaktır…” Edebiyat eleştirmeni George Steiner hayranlık uyandırıcı kitabında (Tolstoy mu Dostoyevski mi?) Tolstoy ve Dostoyevski’ye ilişkin böyle yazmaktadır. Başlıktaki vurgu büyük Rus yazarlardan birine ya da ötekine değil fakat bağlacın (‘ya da’) kendisinedir: Böylesine zıt bir metafizik, etik ve insan-doğa tasavvuruna sahip iki figür ancak bir uyuşmazlığı dile getiren ve bir seçimi nihayetinde zorunlu kılan bir bağlaç ile bir arada durabilmektedir. Bu derste tartışmaya açmak istediğim ilk mesele aynı durumun Spinoza ve Heidegger için de geçerli olduğudur. Spinoza ile Heidegger arasındaki karşıtlık kendisini, bu filozofların ürettiği felsefi içerikten önce, felsefelerini alımlama biçimlerinde gösterir. Spinoza ilk önce bir ontoloji olan opus magnum’unu Etika olarak adlandırırken; Heidegger Varlık ve Zaman’daki ontolojisinin etik bir veçhesi olduğunu ısrarla reddetmektedir. Her ne kadar insanın özsel ve bütünlüklü yüklemi olan conatus (Spinoza) ve Sorge (Heidegger) arasında bazı yakınsama noktaları göze çarpsa da, iki kavram arasındaki yakınlık yalnızca zıtlığın gerektirdiği kadardır: Spinozacı güç/hareket ilkesi anlamına gelen conatus özünü kurduğu bedeni mekanik nedenselliğin işler olduğu bir zorunluluk oyununa tabi kılarken; Heideggerci Sorge, ölüm analizinden devşirilen bir imkân kavramını edimselleğin içerisine dâhil ederek, yaşanan deneyimi bir imkânın gerçekleşiyor olma hali olarak yeniden tanımlar ve tercihi ön plana çıkarır. Fakat daha belirgin olan ölüme karşı alınan tavırların karşıtlığıdır: Spinoza’ya göre ölüm ayağımıza takılan bir taş gibidir: Yalnızca dışarıdan gelir ve conatus’a içkin değildir. Buna paralel olarak, ölüm “özgür insanın en az düşündüğü şey”dir; “onun felsefesi ölüm üzerine değil, yaşam üzerine bir tefekkürdür.” Bu, Spinoza’nın felsefesinin saf bir yaşam etiği olduğu anlamına gelir. Buna karşılık ölüm düşüncesi Heideggerci bir etiğin tam kalbine yatar: “Eğer ‘yaşamı’ bir mesele haline getirip”, ölümü görmezlikten geliyorsak “bakışımızın menzili çok kısa düşecek” demektir. Zira ölüm, Epiküros-Spinoza hattının benimsediğinin aksine, maruz kalınan bir olay, ancak edimselleştiği zaman var olan etkili bir vaka değildir fakat gerçekleşmesi her an mümkün bir imkân olarak yaşam boyu yaşanmaktadır. Spinozacı perspektiften bakıldığında, ölümü böylesine kabullenen -hatta sahiplenen- bu tavır bilge bir filozoftan çok kederli duyguları arzulayan köle, rahip ve tirana yakışır; Heidegger’in nezdinde ise Spinoza’nın bilgesi, kendi sonluluğuyla yüzleşmeyen herkes (Das man) gibi, sahih ve özgür bir yaşamdan yoksun kalmaya mahkûmdur.

Okuma listesi
Martin Heidegger. (2006). Varlık ve Zaman, Agora Kitaplığı. s. 268-283 (§ 51-52-53) 
Diego Tatian. (2009). Spinoza ve Dünya Sevgisi içerisinde “İhtiyat ve Melankoli” (s. 31-41); “Epikürosçu Kaynak” (s. 75-91), Dost Kitabevi
Iain Thomson. (2014). "Ölebiilir Miyim? Derrida'nın Heidegger'in Ölüm Düşüncesine Yaklaşımı," Heidegger Paris'te içinde (s. 133-163), Otonom Yayıncılık.
Jean-Luc Nancy (2014). "Heidegger'in Kökensel Etiği," Heidegger Paris'te içinde (s. 387-421, Otonom Yayıncılık.
Richard Capobianco (1995). "Lacan and Heidegger: The Ethics of Desire and the Ethics of Authenticity," From Phenomenology to Thought, Errancy, and Desire-Essays in Honor of William J. Richardson, S.J. içinde (s. 391-397), ed. B. Babich, New York: Kluwer Academic Publisher. 

Ders 3: Serdar Tekin
Ölüm Korkusu ve Siyasal Yaşamın İnşası: Hobbes, Hegel, Fanon
Bu derste ölüm korkusunun siyasal yaşamla ilişkisini ve daha özel olarak siyasal topluluğun inşasında oynadığı rolü tartışmayı amaçlıyoruz. Hobbes, Hegel ve Fanon ―şüphesiz her biri kendine özgü biçimlerde olmak üzere― ölüm korkusunun siyasal tabiyetle bağını vurgulayan düşünürler. Hobbes doğa durumundaki bireyleri Leviathan’ın boyunduruğu altına girmeye sevk eden asli kuvvet olarak sunar ölüm korkusunu. Hegel için iki öz-bilincin tanınma savaşı, birinin ölüm korkusuna teslim olması yüzünden sona erer ve yerini efendi-köle ilişkisine bırakır. Nihayet Fanon’a göre, sömürgeleştirilmiş bir halkın ölüm korkusu ve bu korkuyu diri tutan pratikler bütünü, sömürgeci tahakküm sistemlerinin zembereğini oluşturur. Öte yandan, ölüm korkusunun siyasal yaşama tahvili ve bunun dolayımları konusunda bu üç düşünürün birbirinden çok farklı perspektifleri olduğunu da kaydedelim hemen. Hobbes için siyasal yaşamın rasyonelleşmesi ve sekülerleşmesi ruhlardan, cinlerden veya ahiretten değil, ölümden korkmamıza bağlıdır mesela. Hegel için kölenin doğayı dönüştüren uygarlaştırıcı emeği, karşılıklı tanınmayı mümkün kılacak tarihsel öğrenme süreçlerini harekete geçirir. Fanon için ise sömürgeleştirilmiş bir halkın özgürlüğü ölüm korkusunun şiddet yoluyla alt edilmesini gerektirir. Bu üç perspektifi bir arada ele alma çabası, aynı zamanda daha güncel bir sorunsala da müdahale etme amacı taşıyor: İçinde bulunduğumuz tarihsel/siyasal momentte “nekropolitika”dan ne anlamalıyız?

Metinler
Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim (YKY, 1993), 13. Bölüm: s. 92-96.
G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı (İdea, 2011), § 178-196: s. 122- 130.
Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer (İletişim, 2021), 1. Bölüm: s. 41-88
Frantz Fanon, Siyah Deri, Beyaz Maskeler, çev. Orçun Türkay (Metis, 2020), 7. Bölüm: s. 165-176.
Achille Mbembe, Düşmanlık Politikaları, çev. Ayşen Gür (İletişim, 2020), 3. Bölüm, s. 91-126

Ders 4: Devrim Sezer

Zulüm, Utanç, Hınç: Primo Levi ve Jean Améry
20. yüzyıl siyaset felsefesinin özgün seslerinden biri olan Judith Shklar, zulmü ve adaletsizliği düşünsel gündemimizde ilk sıraya koymamız gerektiğini söylemiş, konuya ilişkin derinlikli bir kavrayış geliştirmek için siyaset felsefesinin yanı sıra, tarihsel ve edebi anlatılardan da yararlanabileceğimize dikkat çekmişti. Shklar’dan aldığımız destekle bir adım daha atmak mümkün ve gerekli: Tehcir, katliam ve soykırım gibi büyük felaketlerin günümüzde süregiden etkilerini ancak tanıklara kulak vermekle anlayabiliriz. Bu derste Holokost’tan kurtulan iki yazarın, Primo Levi ve Jean Améry’nin tanıklıklarından yola çıkarak zulmün mağdur topluluklarda yarattığı utanç ve hınç duygularını, bu duyguların hem siyasal anlam ve önemini hem de açmazlarını irdeleyeceğiz. Holokost ve hafıza çalışmaları alanında pek çok tartışmanın başlamasına öncülük eden, siyaset felsefesindeyse az sayıda ama özgün ve etkili yoruma esin kaynağı olan Levi ve Améry’nin iki temel argümanını mercek altına alacağız. Levi’nin argümanı şu: “Bizler, biz hayatta kalanlar gerçek tanıklar değiliz. En uç noktayı yaşayanlar, yaşadıklarını anlatmak üzere geri dönmediler ya da suskun döndüler. Onlar adına, onların yerine bizler konuşuyoruz.” Améry’ninki ise şu: “Benim için önemli olan, kurbanın öznel durumunu tasvir etmek. Hıncımızı iki ayrı kavramsallaştırma tarzına karşı koruma altına almam gerekiyor: Onu ahlaki olarak lanetleyen Nietzsche’ye ve yalnızca rahatsızlık doğuran bir çatışma hali olarak düşünebilen psikolojiye karşı.” Dersimizde bir yandan Levi ve Améry’nin argümanlarını nasıl temellendirdiklerini anlamaya çalışacağız, bir yandan da onların itirazlarındaki gri bölgeleri, muğlaklıkları ve zorlukları tartışmaya açacağız.

Okuma listesi

Primo Levi, Boğulanlar Kurtulanlar, "Utanç" (Can, 2016), ss. 75-93.
Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde, "Hınç" (Metis, 2015), ss. 87-109

Etkinlik linki: www.facebook.com/events/3958022117541421/

 

Online